9.05.2014

Evrilen Çocukluk



           1956 doğumlu bir annem var. Bir göçmen kızı... 
O dönemde herkes iyi bilir ama göçmenler daha iyi- "yokluk". Arnavut asıllı bir ailenin 6 çocuğundan biri.İstanbul! Tanıdığının kıyafetleri ile geçirilen, kardeş büyüyünce onun giymeye devam ettiği bir çocukluk... Kimse gocunmaz, aksine alan da memnundur veren de. Paylaşımı hissetmek onu mutlu eder. 
Hep şöyle düşünmüşümdür 
"Yokluğu daha önce hissedememişler; varlıktan haz edemez, kıymet bilemezler." 
O neslin çocukları ekmeği kendi bölen, paylaştıranlar; sanki büyük gibiler... Saygılı, ailesi üzülmesin diye gıkını çıkarmayanlar; yaramazlık yapmayı bile bilmeyenler...Gururlu. Çok değer verdiğim bir büyüğüm bana şu anısını anlatmıştı: "23 Nisan'da şiir okumak için seçilmiştim. Benim giyebileceğim ayakkabım yırtılmıştı ve biliyordum, annem alamazdı. Üzülmesin diye ona söylemedim. Onun ayakkabılarını giydim. Evet ben 13 yaşında, annemin ayakkabıları ile sahneye çıkmıştım. Öğretmenim yanıma geldi ve sordu, okul aile birliği olarak ayakkabı almak istediklerini söyledi. Kabul etmedim, ayakkabım var, ben sadece bu ayakkabıları giymek istedim dedim..."

             Oyuncak az, istek bile yapılamaz. Çünkü onlar yemeği, kıyafeti olduğu, kuzeninin oyuncağını aldığı için sevinen çocuklar. Yetinmeyi bilen, yok denilmesini beklemeyen çocukluklar... Bir top yeter! Peşinden 11 değil değil, 21 kişi bile koşar. Az maliyet, çok çocukluk. Bazen bir teneke...
Sokağa araba girdiğinde peşinden koşulur. Beraber, el ele, dokunmaya çalışılır... Rekabet yok! Birinci yok! Birisi bir şeker versin yetiyor. Yetinmek gülümsetiyor... Seninki daha güzel yok. Paylaşmak var! Beraber kullanmak var. Annesi kendi çocuğuna yiyecek bir şey alıyorsa ya paylaşacak, yapılamıyorsa göstermeden, söylemeden evde yenilecek, ayıp. Alamayan var. Ayıp var! Kıyamet kopar! Benim oğlum bak daha iyi demek yok... Birinci olma çabası yok. İyi yetiştirilmiş çocuklar var. Kapıya bir sandalye konuldu mu oraya girilmeyeceğini bilen çocuklar... Saklambaç oynayanlar...
       
  1990 çocukları... Görünürde yokluk azaldı... 
Yakan top oynadıktan sonra Monopoly oynamaya başladık. Sistemi içimizde hissettik. Kimin daha fazla tasosu var dedik. Hugo'nun cama vurup, tık tık tık dememesini diledik. Barış Manço'yu sevdik, o da bizi sevdi, öyle bildik. Adrenalin tutkunu olduğumuzu zile basıp kaçmakla anladık. Mahalle maçları zamanına ucundan yetiştik. Ama zamanla bir masanın başına bağlanmaya başladık... Önce atari ile sonra bilgisayarla... Silahla kuş öldürmeyi iyi bildik. Maç yaparken "biz yendik" demekten çok "ben yendim"e dönüştük... Hep daha iyisini istemeye başladık. Oyuncak istedik ama annemiz "param yok" dediğinde susmasını kızarak da olsa bildik. Başkasının kıyafetini biz de giydik, paylaşmayı bildik... 
               
 Sonra çok uzun süre geçmedi, 2000'lere geldik... 
Çocukluğunu; karşısında hiç görmediği, bilgisayar başındaki biriyle ya da rekabet etmek zorunda hissettirildiği sınıf arkadaşları ile geçirdi. Sınav, sınavlar bitmiyordu ve geçmekten çok, en iyi, her zaman daha iyi olmalıydı. Okula gitti, sonra dershaneye, eve geldi, ödev ve uyudu. Sonraki günü de böyle geçti, öbür günü de... Tıpkı iş hayatı gibi. Ben, biz yetişkin olarak iş hayatımızın sosyal hayatımızı sıfıra indirgediğini düşünüp, hayatımızı acımasızca yargılarken sizce bu çocuklar ne yapmalı? Bu çocukluktaki bu yetişkinlik sizce de fazla değil mi? Tamam, belki iyi bir şey yaptık düşündük. Hiçbir şeylerini eksik etmedik ama yokluğu öğretmemekle iyi mi ettik? 12 yaşında "iPhone'um var, ama tablet almadılar." diye ağlayan çocukları biz yetiştirmedik mi? "Anlayamazsınız" diyen çocuk aramızdan değil mi? Şimdi bakıyorum da paranın boşluktan gelmediğini, meslekleri para kazanmayı öğrenmeleri için büyük alışveriş merkezlerinin içine bir dünya oluşturuluyor. Siz isterseniz 7 saat, isterseniz daha fazla çocuğunuzu bırakıyorsunuz. O, kapitalist düzeni küçücük yaşta öğreniyor; elinde yine tutamadığı hayali paralar kazanıyor. Bir de bunun üzerine para veriyorsunuz. Özür dilerim ama bizim zamanımızda şöyle anılar vardı, hatta Ahmet Şerif İzgören "Avucunuzdaki Kelebek" seminerinde şöyle anlatmıştı: "Bütün arkadaşlarımın bisikleti vardı. Babamdan bisiklet istemiştim. O tamam dedi, beraber gittik. Bir de baktım ki bir pazar yeri. Önüme bir kasa limon koydu. Git sat bu limonları, al bisikleti dedi ve gitti. Ağlamaya başladım, çok kızdım, babamı sildim defterden. Zamanla sattım, öğrendim işi, yanına maydanoz falan koydum. Sonra bir gün mahalleden arkadaşlar geldi-Rayban gözlük, Adidas ayakkabı. Şerif n'apıyorsun sen? Karizma gitti. 1 ay sonra parayı topladım, buruşturdum babamın önüne koydum. Git bana bisiklet al! Bana bal rengi, Polo marka bir bisiklet aldı. Yıllar sonra öğrendim ki benin o attığım parayla o bisikletin pedalı bile alınmazmış... Ama ben o gün bir şey öğrendim- evine ekmek götüreceksen çaba göster..."

         Diyeceğim şu ki; zamanla evrilen çocukluğun sonu belli. Lütfen bunun farkındalığını arttıralım. Çocuklarımızın yaşlarını yaşatalım, küçük yaşta yetişkinleştirmeyelim. O masun gülümsemelerini köreltmeyelim. Öğretelim, öğrenelim. Kıymetlerini bilelim. Büyüklerimizin çocukluklarını da hissettirelim. 23 Nisan'larını bir tatil günü gibi değil, zevkle Atatürk'ün armağanı olarak yaşatalım, değerlendirelim. 
Geleceğimize sahip çıkalım. 
Onlar iyi ki var!
Sevgi ile.

Cansen Yelesen

Not: Fotoğraf 13.04.14 günü İstanbul- Bostancı Lunapark'ında çekilmiştir. 
Çocuk ruhu hep duru!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder