5.09.2014

Perspektif Oyuncusu- István Orosz

  
Perspektif Oyuncusu- István OroszKÜLTÜR VE SANAT
5,0
    









Bir eser düşünün ;
kalem ustalığı gerektirmiş, anlamlı sahneleri barındıran bir resim.. 
      Ve birisi bu resmin tam ortasına ayna bir silindir yerleştiriyor; 
resmin anlamı tamamıyla değişiyor, büyüyor.. 
      İşte anamorfoz tekniğini çağdaş sanatta sunan bir isim; István Orosz.
     
Birbirini takip eden merdivenlerin yaratıcısı, Hollandalı ünlü ressam ve grafik sanatçısı Escher gibi eserlerinde algı illüzyonlarından yararlanan Orosz, söyleşilerinde de belirttiği üzere Yunanca 'yeniden dönüşüm' anlamına gelen "Anamorphosis" kavramını yorumluyor. Eserinin perspektifi üzerinde oynamalar yaparak içerisinde farklı bir gerçek de barındıran sanatçı, bu gerçeği esere silindir bir ayna koyarak izleyiciye sunuyor. Bu yüzdendir ki Orosz eserlerini incelemeye gelen sanatseverlerden bu saklı gerçeği bulmaya çalışmalarını, en azından kendilerine bu eser için zaman tanımalarını istiyor..


İşte bu eserlerden biri. Görüldüğü üzere çalışma zaten işçilik isteyen, detaylarla dolu bir çalışma. 
Tam karşımızdaki aynayı ve aynadan bize bakan kişiyi görmemek mümkün değil..


Ya şimdi tam da oraya bir silindir koysaydık?


İşte size eserin başka bir bakışı..
Einstein bize gülümsüyor.


              István Orosz, Ankara'daki sergisinde yaptığı söyleşide anamorfoz tekniği üzerine şunları söylemiştir:
    "Bu teknikte benim geliştirmeye çalıştığım şu olmuştur:
Çarpıtılan görüntüye bağımsız bir anlam kazandırarak, birbirini tamamlayan ya da
birbirinin tamamen zıttı olan iki görüntü ortaya çıkarmak."

Örneğin; yukarıdaki eserde de görüldüğü üzere silindiri koymadan önce 
dağ manzarası eşliğinde görülen insanlar ile birlikte silindiri koyduktan sonra ortaya çıkan Jules Verne gibi..


      "Bu yöntemle yaptığım bir çalışmada, izleyici sonuç olarak iki farklı görüntüyle karşı karşıya kalıyor: Birincisi, tam karşıdan baktığında gördüğü çarpıtılan görüntü, diğeriyse farklı bir açıdan bakarak ya da bir cam silindir aracılığıyla gördüğü görüntü. Ben bu tekniğin diğer uygulamalarından farkı olarak, bu 'çarpıtılan görüntüye' de bağımsız bir anlam kazandırıyorum, birbirini tamamlayan ya da birbirinin tamamen zıttı olan iki görüntü ortaya çıkarıyorum." - Orosz
     
         Milimetrelik hesaplamalar, çok yoğun eskiz çalışmaları sonucu ortaya çıkan bu eserler zaman zaman sanatçının takma ismi olan Utisz imzası taşıyor.


1951 Macaristan doğumlu illüstratör, grafik ve afiş tasarımcısı, yönetmen olarak karşımıza çıkan Orosz, 1975'te mezun olduğundan beri sanatına devam ediyor. Sadece öğretmediğini aynı zamanda öğrendiğini, tazelendiğini söyleyen sanatçı akademik kariyerini Batı Macaristan Üniversitesi'nde devam ettirmekte..

         Söyleşi için kaynak olarak kullandığım Güler Sanat sitesinden yararlanabilirsiniz:
       http://www.gulersanat.com/roportajgoruntule.php?gelenid=13
Sevgi ile.
Yaratıcılığınızla kalın..
Cansen Yelesen 

11.07.2014

Oh dünya varmış! - Santiago de Compostela

Yanınızdan sırt çantası ve bastonu ile sessizce geçen hacılar, 
tahta pencerelerden sarkan çiçekler, inanılmaz tatlar, 
köşelerdeki müzisyenler, olağanüstü katedral ve yemyeşil patika yolları.. 
Huzur ve keyif bileşiminden açılan bu pencerenin şehrine bakmanızı tavsiye ederim.. 
Bu yazıyı yazarken memleketi Santiago de Compostela olan İspanyol arkadaşımın anlattıklarından, 
gördüğüm yerlerden, okuduklarımdan ve çektiğim fotoğraflardan yararlanacağım. 
Yazıya Santiago de Compostela'nın şehir efsanelerinden başlayıp, şehrin bilinmeyenleri, hac yolu, 
yemek-müzik kültürü ve denenmesi gereken tatlarla yazımı sonlandıracağım.
Santiago'ya ve ismine dair bir çok hikaye olmasına rağmen arkadaşımın inancı şu anlatı yönünde: 
Santiago, St. James- Yakup anlamında kullanılmıştır. 
Compostela ise latince yıldızlar bölgesi anlamına gelen "campus stellae" ikilisinden gelmekte. 
Hz. İsa'nın 12 havarisinden biri olan St. James- Aziz Yakup, 44 yılında Kudüs'te vefat ettikten sonra kalıntıları mucizevi bir şekilde bu bölgeye getirilmiş, bu kalıntılar 835 yılında Teodomiro adında bir piskopos tarafından, yıldızlar tarafından yönlendirilmesi sonucu keşfedilmiştir. 
Bundan dolayı, yıldızlar takımı Samanyolu'na İspanyolca "El Camino de Santiago" denir. 
Bu kelime de; yüzyıllardır hacıların St. James'i ziyaret için geldikleri haç yolu adına kullanılmaktadır.
St. James'in küllerinin bulunduğuna inanılan bu yere küçük bir kilise yaptırılmış, daha sonra ise bugünkü hali ile, dünyanın en güzel ve heybetli yapılarından olan Santiago de Compostela Katedrali'ne dönüştürülmüştür.
Santiago'nun 921 yılında haç merkezi olması ile birlikte, 
Kudüs ve Roma gibi Katolikler için en değerli yerlerden biri haline gelmiştir.
Ancak haç yolu sadece hacıların değil, bunu sağlık, doğa ile baş başa kalmak, 
hayattan arınmak ve diğer kişilerle tanışmak için gelenlerin de uğrak yeri.
Mükemmel manzaralı patika yolları ve samimi dostlukları ile bir çok kişiyi cezbeden bir ortam..
El Camino de Santiago, -kutsal hac yolu - kısaca El Camino yolunun uzunluğu kişiden kişiye değişse de 
ortalama 760-800 km. Bunun nedeni ise yolun bir başlangıç noktasının olmaması. Kimisi evinin önünden başlaması gerektiğine inanırken, kimisi ise popüler hac yollarından birinden başlamayı uygun buluyor.
Bu yolların en çok tercih edileni ise "Camino Francés"- Fransız Yolu.
Geleneğe göre, yüzlerce mil gezmiş hacılar "dünyanın sonuna" ulaşmak için batıya doğru yürüyor..
Örnek yollar;
"Compostela" dini makamlar tarafından verilen ve hacıların yol bitiminde aldıkları bir belge. Bu belgeyi almak için yolun en az son 100 km.sini -yürüyerek veya at sırtında- bitirmiş olmanız gerekiyor. Bisikletle gitmeyi tercih ederseniz ise bu rakam 200 km. Yol başında size verilen pasaportu, yol üzerinde uğradığınız hostellerde damgalattırarak yolunuza devam ediyorsunuz ve yol sonunda bu damgaların kontrolü sonrasında belgenizi alabiliyorsunuz.
Bunlardan biri aşağıdaki gibidir;
İşte şimdi hiç bir yerde yazılmamış, arkadaşımdan aldığım bilgiler..
Hacılar tarafından evlerine dönmeden önce yapılan üç şey:
1. Langosteira plajında yıkanma..
Sembolleşen arınma.
İnanca göre yol sonunda, hacının vücudundaki bütün tozlardan arınması, 
temizlenmesi ile birlikte günahlardan uzak, yeni bir hayat başlar.
2. Kıyafetlerini yakmak..
Tüm maddi düşüncelerden kurtulmak için yapılır. 
Ateş hayatınızda yararı olmayan veya geri almak isteyip, keşke dediğiniz her şeyi yok eder.
3. Son olarak- güneşi görmek..
Ölüm ve yeniden hayat bulma, dirilişi sembol eder.
Güneşin denizin içine batmasını ölümü, yeni gün ise dirilişi ima eder.
Hacılara göre diriliş, Tanrı tarafından bağışlanmak, affedilmektir.
4. Ve en önemlisi!
"Rua do Franco" katedralden çıktığınızda göreceğiniz, Santiago'nun barlarla dolu en işlek sokağı.
İlk bar "Paris", son bar ise "Dakar".
Eğer üniversite öğrencilerinin ve hacıların "Ben Paris-Dakar yapmaya gidiyorum!" dediğini duyarsanız şaşırmayın derim. 
Bunun anlamı, aynı gece içerisinde ilk bardan son bara kadar her barda bir şeyler içmek. 
Deyimi yerindeyse 'o bar senin bu bar benim gezmek'i gerçekleştirmek.. :)
Kısacası bazı hacılar, yolun sonunda biraz sarhoş olabiliyor! :)
Deniz kabuğu şeklindeki desen Santiago'nun sembolü. 
Hacılar gücünü toplamak için deniz kabuğu şeklinde anahtarlıklar, kolyeler takıyor ve deniz ürünleri yiyorlar..
Çünkü buraya özgün yemekler deniz ürünlerinden oluşuyor.
Özellikle de ahtapotunun tadına bakmanız tavsiye ediliyor..
Ayrıca merkezinden parka doğru gittiğinizde, 
ulu ağacın önünde, masalarını önüne sermiş bir cafe ile karşılaşıyorsunuz. 
İster isteyin ister istemeyin masanıza, küçük küçük tabaklarda İspanya'nın meşhur omleti, 
patatesli yumurta, kızarmış peynir ve ekmek üstü sosis geliyor.
Sıcak kanlı İspanyol halkı, çalışanları ise keyfinize keyif katıyor.

Yalnız tek bir sorun var. Halkın siestasını-öğlen uykusunu- unutmamak gerek! :)
Saat 16.00 ile 20.30 arası bir çok restoran kapalı oluyor.
21.00'de servis tekrar başlıyor.
Şimdi..
Santiago sokaklarında beni cezbeden yerler;
 Santiago'nun bir çok sokağı turta, çikolata ve bisküvi satan mağazalarla dolu.
Ve gerçekten tadı damağınızda kalır nitelikte..
Tavsiye ettiklerim;
aşağıdaki mağazada bulabileceğiniz "tarta del apostol",
"tarta de almendra" ve çikolatalı bisküvileri.
Zaten bol bol tattırıyorlar, ister istemez ağzınıza layık tadı buluyorsunuz :)
Oradan alışveriş yaptığınızda ise hemen karşısındaki dükkanda kullanabileceğiniz bir hediye çeki veriliyor..
Orada ise özel yapılmış, her türlü likör mevcut.
Tercihimiz vişne-çikolata likörü tarafında oldu.
Sokağın bir başka güzel yanı ise "Chocolate Factory"..
Kokusu bile yeter.. 
Sanatın bir çok alanını sokakta yaşayabileceğiniz bu ortamda yağlı boya yapan ressamlar, 
sokak müziği, kelt müziğini yaşatanlar ve canlı heykeller görebilirsiniz.
Şehirdeki şirin mi şirin bakkallardan birini görmek ister misiniz?
Bu da Santiago'daki iki farklı vitrin..

Sevgi ile.
Nice huzur dolu yazılara..



9.05.2014

Evrilen Çocukluk



           1956 doğumlu bir annem var. Bir göçmen kızı... 
O dönemde herkes iyi bilir ama göçmenler daha iyi- "yokluk". Arnavut asıllı bir ailenin 6 çocuğundan biri.İstanbul! Tanıdığının kıyafetleri ile geçirilen, kardeş büyüyünce onun giymeye devam ettiği bir çocukluk... Kimse gocunmaz, aksine alan da memnundur veren de. Paylaşımı hissetmek onu mutlu eder. 
Hep şöyle düşünmüşümdür 
"Yokluğu daha önce hissedememişler; varlıktan haz edemez, kıymet bilemezler." 
O neslin çocukları ekmeği kendi bölen, paylaştıranlar; sanki büyük gibiler... Saygılı, ailesi üzülmesin diye gıkını çıkarmayanlar; yaramazlık yapmayı bile bilmeyenler...Gururlu. Çok değer verdiğim bir büyüğüm bana şu anısını anlatmıştı: "23 Nisan'da şiir okumak için seçilmiştim. Benim giyebileceğim ayakkabım yırtılmıştı ve biliyordum, annem alamazdı. Üzülmesin diye ona söylemedim. Onun ayakkabılarını giydim. Evet ben 13 yaşında, annemin ayakkabıları ile sahneye çıkmıştım. Öğretmenim yanıma geldi ve sordu, okul aile birliği olarak ayakkabı almak istediklerini söyledi. Kabul etmedim, ayakkabım var, ben sadece bu ayakkabıları giymek istedim dedim..."

             Oyuncak az, istek bile yapılamaz. Çünkü onlar yemeği, kıyafeti olduğu, kuzeninin oyuncağını aldığı için sevinen çocuklar. Yetinmeyi bilen, yok denilmesini beklemeyen çocukluklar... Bir top yeter! Peşinden 11 değil değil, 21 kişi bile koşar. Az maliyet, çok çocukluk. Bazen bir teneke...
Sokağa araba girdiğinde peşinden koşulur. Beraber, el ele, dokunmaya çalışılır... Rekabet yok! Birinci yok! Birisi bir şeker versin yetiyor. Yetinmek gülümsetiyor... Seninki daha güzel yok. Paylaşmak var! Beraber kullanmak var. Annesi kendi çocuğuna yiyecek bir şey alıyorsa ya paylaşacak, yapılamıyorsa göstermeden, söylemeden evde yenilecek, ayıp. Alamayan var. Ayıp var! Kıyamet kopar! Benim oğlum bak daha iyi demek yok... Birinci olma çabası yok. İyi yetiştirilmiş çocuklar var. Kapıya bir sandalye konuldu mu oraya girilmeyeceğini bilen çocuklar... Saklambaç oynayanlar...
       
  1990 çocukları... Görünürde yokluk azaldı... 
Yakan top oynadıktan sonra Monopoly oynamaya başladık. Sistemi içimizde hissettik. Kimin daha fazla tasosu var dedik. Hugo'nun cama vurup, tık tık tık dememesini diledik. Barış Manço'yu sevdik, o da bizi sevdi, öyle bildik. Adrenalin tutkunu olduğumuzu zile basıp kaçmakla anladık. Mahalle maçları zamanına ucundan yetiştik. Ama zamanla bir masanın başına bağlanmaya başladık... Önce atari ile sonra bilgisayarla... Silahla kuş öldürmeyi iyi bildik. Maç yaparken "biz yendik" demekten çok "ben yendim"e dönüştük... Hep daha iyisini istemeye başladık. Oyuncak istedik ama annemiz "param yok" dediğinde susmasını kızarak da olsa bildik. Başkasının kıyafetini biz de giydik, paylaşmayı bildik... 
               
 Sonra çok uzun süre geçmedi, 2000'lere geldik... 
Çocukluğunu; karşısında hiç görmediği, bilgisayar başındaki biriyle ya da rekabet etmek zorunda hissettirildiği sınıf arkadaşları ile geçirdi. Sınav, sınavlar bitmiyordu ve geçmekten çok, en iyi, her zaman daha iyi olmalıydı. Okula gitti, sonra dershaneye, eve geldi, ödev ve uyudu. Sonraki günü de böyle geçti, öbür günü de... Tıpkı iş hayatı gibi. Ben, biz yetişkin olarak iş hayatımızın sosyal hayatımızı sıfıra indirgediğini düşünüp, hayatımızı acımasızca yargılarken sizce bu çocuklar ne yapmalı? Bu çocukluktaki bu yetişkinlik sizce de fazla değil mi? Tamam, belki iyi bir şey yaptık düşündük. Hiçbir şeylerini eksik etmedik ama yokluğu öğretmemekle iyi mi ettik? 12 yaşında "iPhone'um var, ama tablet almadılar." diye ağlayan çocukları biz yetiştirmedik mi? "Anlayamazsınız" diyen çocuk aramızdan değil mi? Şimdi bakıyorum da paranın boşluktan gelmediğini, meslekleri para kazanmayı öğrenmeleri için büyük alışveriş merkezlerinin içine bir dünya oluşturuluyor. Siz isterseniz 7 saat, isterseniz daha fazla çocuğunuzu bırakıyorsunuz. O, kapitalist düzeni küçücük yaşta öğreniyor; elinde yine tutamadığı hayali paralar kazanıyor. Bir de bunun üzerine para veriyorsunuz. Özür dilerim ama bizim zamanımızda şöyle anılar vardı, hatta Ahmet Şerif İzgören "Avucunuzdaki Kelebek" seminerinde şöyle anlatmıştı: "Bütün arkadaşlarımın bisikleti vardı. Babamdan bisiklet istemiştim. O tamam dedi, beraber gittik. Bir de baktım ki bir pazar yeri. Önüme bir kasa limon koydu. Git sat bu limonları, al bisikleti dedi ve gitti. Ağlamaya başladım, çok kızdım, babamı sildim defterden. Zamanla sattım, öğrendim işi, yanına maydanoz falan koydum. Sonra bir gün mahalleden arkadaşlar geldi-Rayban gözlük, Adidas ayakkabı. Şerif n'apıyorsun sen? Karizma gitti. 1 ay sonra parayı topladım, buruşturdum babamın önüne koydum. Git bana bisiklet al! Bana bal rengi, Polo marka bir bisiklet aldı. Yıllar sonra öğrendim ki benin o attığım parayla o bisikletin pedalı bile alınmazmış... Ama ben o gün bir şey öğrendim- evine ekmek götüreceksen çaba göster..."

         Diyeceğim şu ki; zamanla evrilen çocukluğun sonu belli. Lütfen bunun farkındalığını arttıralım. Çocuklarımızın yaşlarını yaşatalım, küçük yaşta yetişkinleştirmeyelim. O masun gülümsemelerini köreltmeyelim. Öğretelim, öğrenelim. Kıymetlerini bilelim. Büyüklerimizin çocukluklarını da hissettirelim. 23 Nisan'larını bir tatil günü gibi değil, zevkle Atatürk'ün armağanı olarak yaşatalım, değerlendirelim. 
Geleceğimize sahip çıkalım. 
Onlar iyi ki var!
Sevgi ile.

Cansen Yelesen

Not: Fotoğraf 13.04.14 günü İstanbul- Bostancı Lunapark'ında çekilmiştir. 
Çocuk ruhu hep duru!

25.03.2014

Elini uzatan fotoğraflar - Tullius Heuer

Tullius Heuer hakkında yazılmış ilk Türkçe yazı..


Brazilyalı Tullius Heuer, benim gözümde
fotoğraf manipülasyon örneklerine örnek katarak hayatını sürdüren bir sanatçı.
Yaratıcı fotoğraf yanılsamaları ile gerçekçiliğini koruyan bu fotoğraflar 
kara kalem mi, photoshop mu diye düşündürten cinsten.
Tullius Heuer imzası taşıyan çalışmalar o kadar inandırıcı ki
gördüğünüzde elinizi uzatmayı bile düşünebilirsiniz..

Yukarıdaki "Don't leave me" -Beni bırakma- adlı çalışma.


Bu eser ise "I'm not a trash!" -Ben çöp değilim!- diyor..

Sanatçı ile ilgili yabancı kaynaklardan araştırma yaparken;
ne hayatına ne de bu işi yapmaya nasıl başladığına dair en ufak bir bilgi bulamadım.
Tek bir ipucu -tabii gerçekten de o ise- 
Iskander1989 takma ismi kullanarak 2,5 seneye yakındır paylaşımlarda bulunduğu bir site.
 Siz de oradaki fotoğrafına baktığınızda, 
1989 doğumlu yani 24 yaşında olduğu izlemine katılabilirsiniz.
Güncel olarak da yorumlara cevap verdiği 
ve yapılan yorumlar ile kendini geliştirdiğini söylediği bu siteye ulaşmak isterseniz:
http://iskander1989.deviantart.com/art/Don-t-leave-me-356114625


"I want my legs back!"-Bacağımı geri istiyorum! diyen bir fotoğraf.

Katılıyor musunuz bilmiyorum ama 
eğer bu genç sanatçı sadece hobi olarak photoshop'a başladıysa
ve bu performansla devam ederse bizi daha çok şaşırtacak gibi.


Tek başınalığı ise böyle ifade ediyor..
"Solitude"


"My love is higher!"
Aşk hep öyle kalmalı..

Sanatçı en sevdiği eseri olarak özlem duyan bu kadını gösteriyor:


Bu sanatçı ve daha fazlası için "Bordo Kaplı Defter"i takip edebilirsiniz.
Sevgi ile..

Cansen Yelesen

Miss Aniela- The Kai Face

Sanatçı ve eseri üzerine yazılmış "ilk Türkçe yazı"..

   
      Aniela'nın aylarca uğraştığı ve sonunda 2 metre büyüklüğünde bir tablo ile sunacağı, 
çalışmaları arasında gelmiş geçmiş en yoğun sanat eseri!
     Çalışmaya uzaktan baktığınızda hiç bir şey tam anlamıyla oturmuyor; ancak sanatçının sunduğu ve paylaştığım videoyu izlediğinizde hayran kalmamak elde değil..
     Sanatçı bu eserini, Londra'nın en iyi Çin restoranı olduğu belirtilen Kai Mayfair için 
yüzlerce Eski Çin sanatlarındaki motiflerden esinlenerek oluşturmuş. 
Dolayısı ise birçoğunu hissetmeniz mümkün.
Sadece photoshop kısmı bile sonsuz kahve molası ve 3 aylık kusursuz işlenen süreç sonunda tamamlanmış. 

Kai Mayfair'den bir kare
Fotoğraf; bütünü oluşturan bir model ve mavi göz için ayrıca farklı bir model kullanılarak çekilmiş. 
Bu şekilde sanatçı; Doğu ile Batı'yı eserinde birleştirmiş ve 
aslında beraber olarak harika bir bütünlük sağladığımızı söyler gibi görünüyor.
Ayrıca bu eserde sunulmuş, aşağıda göreceğiniz detaylar ise 
onu özgün ve benzersiz bir sanat eseri yapmayı başarıyor.
Örneğin; uçuşan kuşların altında, alt dudağın tam ortasındaki hayali kadın motifi gibi..


Fotoğrafa derinlemesine baktığınızda sanatçının, modelin alın kısmına yaptığı dokunuşlar ise şu yönde;


Doğruyu söylemek gerekirse bu zamana kadar üzerine okumalar yapmadığım, 
sadece bir kaç eseri gözlemleyebildiğim Çin sanat tarihi ile ilgili 
-sırf bu eseri doğru okuyabilmek için- 
bilgi edinmek adına Kader Elveren'in yazısından yararlandım. 
O, Çinlilerin tabiat sevgisinin her alana yansıdığını ve kullandıkları her hayvan ve bitkinin anlamı olduğundan bahsediyor. 
Örneğin, tavus kuşu mutluluğun sembolü olmakla birlikte, söğüt ağacı ise dalları yere sarktığı için alçak gönüllülüğün sembolü olduğunu söylemekte. 
Ek olarak yazarın fikirlerinden yararlanmak gerekirse;

"Ressamlar genelde ağaç figürü yaparken çam ağacını örnek almış, bununla çamın uzun yaşam ömrü olmasını ve doğaya dayanıklı olmasını vurgulamak istemiştir. Tabii ki burada seyredenlere yönelik bir yaşam derside vardır. Hatta kullandıkları hayvan figürlerinde dahi, insani çizgiler bulunur. Örneğin bir kuş resmine bakarken, kederli, düşünceli, kızgınlık gibi bir insani durumu hissedebilirsiniz."


Tavsiyem videoyu izlemeniz yönünde olacaktır..
Eğer açılmıyorsa; ilgili yere "Kai Face by Miss Anelia" yazmanız kafi.

Model Alton Mashbayar.
Mavi gözlü model Jade Bianca.
Asistan Matt Lennard.
Makyaj Cristina Iravedra.


        Öte yandan "Miss Aniela kimdir?" sorusunu cevaplamak gerekirse; 
Anelia, Natalie Dybisz'in ikinci adı ve sanat çalışmalarının imzasını attığı isim. 
Londra bazlı çalışan bir güzel sanatlar, moda fotoğrafçısı. 
2006 yılında sanatçı olarak başladığı kariyeri, Londra ve Madrid'te açtığı solo sergiler ile renklenmiş. 
NY Arts, Vogue Italia, BBC, American Photo gibi dünya çapında bilinen sayısız dergide eserleri yayınlanmış. Ayrıca sanatçının fotoğrafçılık üzerinde sunduğu iki kitap da mevcut. 
Sonrasında ise partneri Matt Lennard ile 2011 yılında workshop tadında kurdukları 
-moda çekimi deneyimi olarak çevirebileceğimiz-  "Fashion Shoot Experience", 
yetenekli bir topluluk ve bir çok modelden oluşan bir ekip.
Eğer Londra, Los Angeles veya New York'a yolunuz düşerse, hayatının hazzını fotoğrafçılık üzerine kurmuş bu topluluk ile karşılaşmanız mümkün. Ayrıca ekip farklı farklı yerlere de etkinlikler düzenleyebiliyor. 
Örneğin, 13-19 Nisan 2014 arası İzlanda'ya gidip fotoğraf çekerek, workshop çalışmalarını sürdürmeyi planlıyorlar. 
Ücreti ise 3600 $. Diğer etkinliklerinin ise 4500 $ olacağı belirtiliyor.
Sanatçının, "Surreal Fashion" adı altında düzenlediği gerçeküstü moda dokunuşlarını hissettiren çalışmaları ise farklı bir yazıyı hak eder türden..

Nice okumalar diliyorum.
Sevgi ile..
Cansen Yelesen
 

24.02.2014

Veresiye İyilikler


Sene 1972.
Oğlum 8 yaşında, kızım 3.
İşten çıkmışım, hanım beni bekliyor.
Bugün de maaşımı tam alamadım iyi mi..

Aylardır yakınından geçemediğim o köşeye bakıyorum.
Tabelada "Bakkal Emmi" yazıyor.
Son konuşmamızı hatırlıyorum,
"Şu sıralar fabrikadan ses yok.." diye 
başlıyorum yüzüne bakamadan lafa.
Lafımı kesiyor Emmi
"Olur mu ağabey, yazarız veresiye dert etme." 
İçime su serpiyor.

Ama aylar geçti de geçti..
Fabrikanın verdiği iki kuruş, ilaca mı ekmeğe mi hangi birine evvel.
Oğlumu ve hanımı gönderiyorum peynir, zeytin almaya.
Yüzüm yok, zor geliyor bana.
Bugün bir konuşmalı..
Camda kendimi görüyorum;
belim bükük, yüzüm ne diyeceğimi bilemeden kıpkırmızı.
Açıyorum kapıyı, kapıya çarpan çan ses çıkarıyor.
Emmi kalkıyor yerinden.
Hiç beklemediğim bir tepki alıyorum aniden..
Yüzünde kocaman bir gülümseme.
Anlıyor belli ki utancımı başlıyor konuşmaya bir kurtarıcı gibi..
"Şevki ağabey, 
biliyorum veresiye borcunu ödemeye geldin
ama hepsi silindi."
"Nasıl olur?" diyorum şaşkınlıkla.
"Bir ağabey geldi. Hepsini ödedi. Sen göndermişsin öyle dedi." diyor.
Öylece çıkıyorum..
Dilimde "Allah razı olsun."


Sene 1972.
Dün kafamda toparladığım gibi..
Hiç bilmediğim bir yere gitme vaktidir.
Ara sokaklardan geçerken bir köşe görüyorum aniden.
"Kenarda dur ve bekle." diyorum.
"Peki beyim." diyor ve hemen gelip kapımı açıyor Bahri.
Köşeye doğru ilerliyorum,
Tabelada "Bakkal Emmi" yazıyor.
Kapıyı açar açmaz bir çan çalıyor.
Bakkal kalkıyor yerinden.
"Buyrun beyim." diyor.
Gözlerim eğik, lafa giriyorum.
"Veresiye defterinize bakmak istiyorum.
Uzun zamandır katlanmış borçları ödemek istiyorum."
Adam şaşırıyor, bana mı iyilik onlara mı diye düşünür gibi bakmakta..
Uzatıyor öylece.
Bakıyorum çay, şeker, peynir, zeytin.
İnsanların ayları böyle geçmiş..
Cebimden çıkarıp veriyorum paraları.
"Kim olduğum bilinmesin." diyorum.
Sayfalar koparılıyor hemen..
Ve çıkarken duyuyorum dilinde
"Allah razı olsun."

Sene 1972.
Saatler geçti ve ben hala
iki adamın gidişine bakıyor gibiyim..
Birbirinden haberi olmayan iki hayat.
İyilik yaparken ve iyiliği alırken yüzü kızaran iki adam.
"İyi insanlar var.." 
artık daha inançlıyım.

Sene 2014.
Buna benzer gerçek hayattan bir hikayeyi duyduğumu anımsıyorum.
Annelerimiz, dedelerimiz bizi buna benzer anılarla büyüttü..
O yüzden size biraz tanıdık gelebilir.
Ne mutlu bize ki yokluk nedir bilen veya duyan bir milletiz.
Peki ya geleceğimiz?
Üzülerek söylüyorum ki biricik annem bana şunu demişti:
"Eskiden insanlar iyilik yapardı, kimseye söylenmezdi;
sonra bir zaman geldi ve insanlar yaptığı iyiliği söylemeye başladı.
Şimdi ise yapılmayan iyilikler yapılmış gibi anlatılıyor.."

Sene 2021
İyilik yapmak o kadar da güç değil..
Ertelemeyelim ki; aynı isimli yazım gibi "Ertelenmeyen Acı" ya dönüşmesin.
Şu hayatta en azından
iyiliklerimizi veresiye yazdırmayalım.
Gelin iyilikle güzelleşelim.

Sevgi ile..
Cansen Yelesen